On sekiz bin âlemin her birisinde Yüce Allah’ın sıfatları farklı farklı tecelli etmiştir. Hiçbir âlem yoktur ki Cenab-ı Mevla’nın tecellisi orada görülmesin. Yunus Emre “Muhammed Hakk’ı bildi, Hakk’ı kendinde gördü./ Cümle yerde Hak hazır, göz gerektir göresi” derken yüzümüzü nereye çevirirsek çevirelim Yüce Allah’ın sıfatlarının tecellileriyle karşılaşacağımızı anlatmak istemiştir. Yüce Allah’ın her yerde olması, hem bu anlamdadır, hem de O’nun her an yanımızda olması demektir. Başımıza gelen olaylara bu zaviyeden baktığımızda, her bir halimizin Yüce Allah’ın bir sıfatının tecellisi olduğunu idrak ederiz. Kahır ve lütuf tecellileri karşısında muvazeneyi yitirmeden; “Hoştur bana senden gelen/ Ya gonca gül yahut diken” diyebiliyorsak biz bu meseleyi idrak edebilmişizdir.
Mevlana Celaleddin-i Rumî; “Dinle neyden” diye başlar Mesnevi’sine. Bağrı yanık, içi oyuk Ney’in ne söylediğini anlayabilenler “şikâyet” nedir bilmezler. Şikâyet etmek velilerin ahlakı değildir. “Beni bir dağda buldular/ Kolum kanadım yoldular/ Dolaba layık gördüler/ Derdim vardır inlerim” diyen Yunus Emre’yi de yanlış anlamamak gerekir. Burada dolaptan yani değirmenin suyu döndüren kısmından bahseden Yunus Emre, ağacın vatanı olan ormandan uzaklaştırılıp dolap olma aşamalarını, insanın yaratılış serüvenine benzetmiştir. Bizim asli vatanımız olan Cennet Yüce Sevgili ile beraber olduğumuz yerdir. Bunun içindir ki Kur’an’da “inna lillah ve inna ileyhi raciun” buyrulmuştur. Yani “O’ndan geldik O’na döneceğiz.” Burada Yunus Emre demek istemiştir ki: “Bizler bu dünyada dalı budağı kesilmiş ve dolaba layık görülmüş bir ağaç gibi garibizdir. Bizim ahlarımız şikâyetten değil, asli vatanımıza olan özlemimizdendir.“
Her an bir yaratmada olan Yüce Allah’ın her bir işinde sayısız hikmetler vardır. Teslimiyet sahibi kimseler “hikmetinden sual olunmaz” derken Yüce Allah’ın yaptığı her bir işte bizim idrakimizi aşan hikmetlerin olabileceğini hatırlatmak istemişlerdir. Kâinata ibret nazarıyla bakmayı bilmeyenler ise bu hikmetleri algılayamazlar ve mana körü hükmünde olurlar.
Tabiatı biz ne kadar okuyabiliyorsak o derece derinlik sahibi oluruz. Kâinat kitabı okundukça da bunca güzellikler karşısında, şaşkınlığımızın artması kaçınılmaz olur. Tasavvufta bu hale “hayret hali” adı verilir. Faraza küçücük bir böceğin muntazam yaratılışı, bir yaprağın muhteşem deseni, bir balığın parlak derisi, odamıza düşen güneşin hoş ışıltısı karşısında insan böyle bir hale bürünür ve bu hal ile Rabbi’ne şükür ile niyaz eder.
Bizim yüreğimiz ve bakışlarımız kirlenmemişse biz bu güzellikleri görür ve hayrete düşeriz. Şayet gözlerimiz ve yüreğimiz gayri meşru daireye sabitlenmişse, bunca güzelliklerin farkına varamaz ve solucanlar gibi bataklıklardan zevk alırız. Yüce Allah muhafaza buyursun.
İşte size âlemin bin bir güzellikleri içerisinde muhteşem bir tablo: Bir camiinin avlusunda, yemyeşil ağaçların arasında tarihi bir “şadırvan” düşünelim. Sıcak bir yaz gününde kuşların cıvıltısı eşliğinde orada abdest alan nur yüzlü amcalar, dedeler ve onları seyreden tertemiz küçük yavrular olsun. Tarihi bakır musluklardan şırıl şırıl sular akarken, abdest alanların dua seslerini işitelim. Derken kadife sesli müezzinin okuduğu ezan sesi eşliğinde usul adımlarla asırlık camiye doğru yol alalım.
Yüreği gündelik hayatın tozuna kirine bulaşmamış insanlar için bu manzara ne kadar güzel bir manzaradır. Bu manzarayı gören kimseler acaba abdest alıp namaz kılmak için bir iştiyak duymazlar mı? Namazdaki güzellikler ise bambaşka bir güzellik!. “Allahü ekber” komutuyla rükuya ve secdeye eğilen müminlerin bu hali en güzel manzaralardan daha güzel değil mi?
Müslüman olarak kâinata her nazarımızda hayret makamının heyecanıyla bakabilmeli ve bunun hazzını yaşayabilmeliyiz. Bir karıncayı izlerken onun her bir adımından zevk alabilmeli, arının ilahi çabasını takdir edebilmeliyiz. Karıncalar bize çalışmayı sevdirirken, bal arıları bizi güzel sanat eserleri yapmaya teşvik ederler. Bir peteğin güzelliğini hangi sanat eseri geçebilmiştir ki? Öyleyse Sani-i Zül Celal’i bu sanatçılardan sormalıdır. Arıların bu sanatı icra etmesinin nedeni işte o Sanatakar’ın sanatını ve O’nun muhteşem yaratılış mucizesini gözler önüne sermektir.
Bize de bu dünyada tıpkı bal arıları gibi bal yapmak düşer, zehir kazanları kaynatmak değil. Yani güzel işler ortaya koymaktır, salih amellerdir bal yapmak… Evet, her daim bal yapmalıyız amma yaptığımızın bal olduğunu da iddia etmemeliyiz. Çünkü bu yolda nefsanî iddialara yer yoktur. Bu nedenle “balımıza dadanıyorlar” diyen şair hakikati incitmekte; “Alem yahşi ben yaman/ Alem buğday ben saman” diyen şair ise hakikatin hakkını vermektedir. Kendimizi bal yapıyor başkasını da balımıza dadanıyor zannetmek tamamen nefsin bir oyunundan ibarettir. Zira kendimizi bal arısı başkalarını eşek arısı yerine koymak edebe mugayir bir durum olduğundan Müslüman ahlakına yakışmaz