paylaş
FaceBook

Kitabın geçtiğimiz bölümlerinde, ölecek olan kişinin yaşadığı, sekerât-ı mevt dediğimiz can çekişme olayının şiddetini, ölümle başlayan tehlikeleri, son nefeste iman ile gidememe korkusunu, kabir karanlığının

ürkütücülüğünü, kabrin sıkmasını ve oradaki yalnızlığı, haşeratın insanın vücudunu nasıl yiyip bitirdiğini, Münker-Nekir meleklerini ve onların sorgulamalarını ve eğer günahkâr biri ise kabir azabının ne denli şiddetli olacağını anlatmıştık.
Elbette hepimizin önünde bundan daha büyük ve korkutucu tehlikeler vardır. Bunlar şunlardır:

Sura üfürülmesiyle birlikte kıyametin kopuşu, tekrar dirilmek ve mahşer meydanına toplanmak, cebbâr olan Allah'ın (c.c) huzuruna getirilmek, az çok yapılan her işten sorgulanmak, herkesin sevabının ve günahının eksiksiz olarak ölçülmesi için terazilerin kurulması, inceliği ve keskinliğiyle bilinen sırat köprüsünden geçmek, ameller tartılıp neticeye varıldığında, gideceği yerin (cennet ya da cehennem) çağrısını beklemek.

İşte bunlar ilk olarak bilmen gereken hallerdir. Sonra bunlara kalbinde hiçbir şek ve şüphe bırakmayacak şekilde inanman ve ardından da onlara hazırlaman için kalbini diriltmen gerekir.

Şu var ki, çoğu insan, âhirete imanı tam anlamıyla kalbine yerleştirememiş, kalbin derinliklerinde yer eden temel bir esas haline getirmemiştir.

Bunun en iyi göstergesi, insanların yazın sıcaktan, kışın soğuktan korunmak için en iyi tedbirleri almalarına rağmen cehennemin harareti ve soğuğuna karşı görmezden gelişleridir.

Evet, onlara âhireti sorsan, “Âhiret haktır” derler. Ancak sonra kalpleri bu söylediklerinden gafil bir halde, onu unutur giderler. Bu aynen, bir dostunun, senin önüne getirilen bir yemek hakkında, “Bu yemek zehirlidir” dedikten sonra yemeğe bir kaşık da kendisinin daldırmasına benzer. Bu kimse sözüyle doğru söylemiş, fakat ameliyle kendisini yalanlamıştır. İşte en kötüsü budur.

Hz. Peygamber (s.a.v) bir kutsî hadiste şöyle buyurur:

“Yüce Allah buyurur ki: Âdemoğlu kendisi için câiz değilken beni birtakım noksanlıklarla vasıflandırdı ve hakkımda yalan konuştu. Beni noksan sıfatlarla vasıflaması, bana bir evlât isnadında bulunmasıyladır (üçlü ilâh inancında olduğu gibi). Beni yalanlaması ise, onun: ‘Bizi yarattığı gibi (ölümümüzden sonra) tekrar eski halimize döndüremez' sözleridir” [1]

İnsanın bâtınının (kalbinin), yeniden dirilme ve haşir meydanında toplanma gibi hâdiseleri tasdik etmede ve inanmada gevşeklik göstermesinin nedeni, bu gibi hâdiselerdeki anlayışının kıt oluşundandır.

Bu zamana kadar hiçbir canlının doğum yaptığını görmeyen ve üremenin ne şekilde olduğunu bilmeyen birisine, “Bir sanatkâr, şu pis nutfeden konuşan, düşünen akıl ve irade sahibi bir insan yapıyor” denilse, elbette bunu kabul etmeyecektir.

Bu sebeple Allah (c.c) şöyle buyurur:

“İnsan görmez mi, biz onu meniden nasıl yarattık. O bunu görmeyip bize apaçık bir düşman oluverir. O Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışır ve: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» der.” [2]

“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır! O, (döl yatağına) akıtılan meninin içinden bir nutfe (sperm) değil miydi? Sonra bu nutfe, alaka (aşılanmış yumurta) olmuş, derken Allah onu (insan biçiminde) yaratıp şekillendirmiştir. Ondan da iki eşi, yani erkek ve dişiyi var etmiştir.” [3]

Esasen insanoğlunun yaratılışındaki acayiplikler, organlarının birbirine eklenişindeki farklılıklar öyle çoktur ki, bunlar onun tekrardan diriltilmesinden daha fazla şaşırtıcıdır. Allah Teâlâ'nın sanatını ve kudretini müşahede eden bir kimse, yine onun kudretinde ve hikmetinde olan bu dirilme hâdisesini nasıl inkâr edebilir ki?

Şayet bu husustaki inancında bir zayıflık varsa, onu ilk yaratılış anını düşünerek kuvvetlendir. Zira öldükten sonra diriliş aynen onun gibi ve hatta daha da kolaydır. Buna imanın kuvvetliyse, dirilme ve mahşer anının korku ve tehlikelerini kalbine getir. Kalbinin bu husustaki rahatlığını ve gevşekliğini kaldırmak için çok düşün ve öncekilerin ölümlerinden ibret al. Bir an evvel Rabbinin huzuruna arz edileceğin gün için kollarını sıva, amel et.

 

SÛR DENİLEN ÂLETİN ÇIKARDIĞI SES

İlk olarak kabir sakinlerinin kulaklarını çınlatacak olan sûrun şiddetle üfürülüşünü düşün.

O Sûr öyle bir ses ve öyle bir bağırtıdır ki, onunla birlikte kabirler ölülerin baş tarafından açılır ve ölüler bir defada kabirlerinden sıçrarlar. Kendini o durumu yaşıyormuş farzet; bedenin baştan aşağı toz toprağa bulanmış, yüzün değişmiş ve sesin şiddetinden hayretler içinde çağrının geldiği tarafa doğru gözlerini dikmişsin! İnsanlar uzun süre belâ ve musibet çektikleri kabirlerinden bir anda fırlayıvermişler. Herkes gam ve keder içindeyken bir de akıbetlerinin ne olacağı endişesinin onları nasıl bir korkuya bürüdüğünü hayal et.

Allah (c.c) bu hususlarda şöyle buyurmuştur:

“Sûr'a (ilk) üflenişte, Allah'ın diledikleri (dört büyük melek, cennet bekçisi Rıdvan, huriler ve cehennem bekçileri zebânîler) müstesna olmak üzere göklerde ve yerde, ne varsa hepsi ölecektir. Sonra ona bir defa üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış (etrafa, sağa sola) bakıyorlar” [4]

“O Sûr'a üfürüldüğü zaman var ya, işte o gün zorlu bir gündür, hele kâfirler için (hiç de) kolay değildir.” [5]

“Onlar: Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecektir? derler. Onlar, birbirleriyle çekişip dururken kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesi bekliyorlar. İşte o anda onlar ne bir vasiyette bulunabilirler, ne de ailelerine dönebilirler. Nihayet Sûr'a üfürülecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak rablerine giderler. (İşte o zaman) Eyvah, eyvah! Bizi kabrimizden kim kaldırdı? Bu, Rahmân'ın vaad ettiğidir. Peygamberler gerçekten doğru söylemişler! derler.” [6]

İnsanların önünde Sûr'a üfürülmenin haricinde başka hiçbir şey olmasa bile korkutucu olarak bu yeter de artardı. Zira o öyle bir ses ve gürültüdür ki, onun şiddetinden, Allah'ın diledikleri müstesna (ki onlar da meleklerdir) yerde ve gökte ne varsa hepsi ölecektir. Bunun için Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

 

“Sûr sahibi (İsrâfil), boynuzu (üfürme aletini) eline almış, boynunu uzatmış ve ne zaman kendisine emredilecek de üfleyeceğim diye beklemekte iken ben nasıl sevinebilirim ki” [7]

 

SÛR'UN ŞEKLİ ve MAHİYETİ

Mukâtil b. Süleyman (rah) şöyle demiştir: Sûr denilen şey boynuz şeklindeki bir üfürme aletidir. Boru çalmak üzere hazırlanmış biri gibi, görevli melek ağzını o boruya koymuş beklemektedir. Sûr'un (borunun) ağız tarafının genişliği, çapı yeryüzü ile gökyüzü arasındaki mesafe kadardır. İsrâfil (a.s) gözünü arş tarafına dikmiş, kendisine ne zaman emredilecek de Sûr'a üfleyeceğim, diye beklemektedir.

O Sûr'a ilk üfleyişinde yerde ve gökte ne varsa hepsi ölecektir. Allah'ın kalmalarını istediği, Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve ölüm meleği Azrâil bunun dışındadır. Ardından Allah (c.c) ölüm meleğine sırasıyla, Cebrâil, Mîkâil ve İsrâil'in ruhlarını almasını emredecek sonra da ölüm meleğinin kendi canını almasını emredecek ve hayatta Zât-ı Bârî'den başka hiçbir varlık kalmayacaktır.

SÛR'UN ÜFÜRÜLMESİNDEN SONRAKİ BEKLEYİŞ

Bütün mahlûkat, Sûr'un ilk üflenişinden sonra Berzah âleminde kırk yıl bekleyecektir. Sonra Allah (c.c) İsrâfil'i yeniden diriltip ikinci bir kez daha Sûr'a üflemesini emredecektir. Bu anlattıklarımızın delili şu âyet-i kerimedir:

“…Sonra ona (Sûr'a) bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar (bütün ölüler) ayağa kalkmış (etraflarına) bakıyorlar!” [8]

İşte o an herkes ayağa kalkmış; mahşer meydanına gönderilmeyi beklemektedirler.

Resûlullah (s.a.v), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

“Ben peygamber olarak gönderildiğimde (o emir bana verildiğinde) İsrâfil'e de üflemesi için Sûr (denilen o boru) verildi. O, her an kendisine emredilecek olan üfleme emrini beklemektedir. Dikkat edin! Sûr'a üfürülmenin dehşetinden korkun.” [9]

O gün, bütün mahlûkatın yeniden dirilmenin korkusu ve şiddetiyle, kalpleri buruk ve zelil bir halde, haklarında cennetlik ya da cehennemlik olduklarının hükmünün verileceği mahşer meydanına doğru götürüldüklerini düşün. Aralarında sen de varsın ve sen de onlar gibi kalbi buruk, hakir ve zelil bir haldesin!

Eğer dünyada refah ve hayırsız bir zenginlik içinde hayat sürmüşsen, şunu bil ki, o gün yeryüzünün sultanları ve zenginleri, ayaklar altında ezilen karıncalar misali, mahşer halkının en hakir ve en aşağılarından olacaktır. O esnada, bütün hayvanat, dağlardan taşlardan, başları öne eğik bir vaziyette oluk oluk mahşer meydanına gelirler ve kendilerini kirleten günahlarının olmamasına rağmen insanların arasına karışırlar. Bu, Sûr'a üfürülmenin kendilerine verdiği korku sebebiyledir ve o sebeple artık insanlardan ürkmezler. Nitekim bu husus, “Vahşî hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde” [10] âyeti ile bildirilmiştir.

Sonra rabbinin huzurundan kovulmuş olan o kibirli şeytan (ve nesilleri) tutup getirilir. Şeytan ve avanesi Rabbinin huzuruna çıkarılacağının korkusundan boynunu eğmiştir. Allah (c.c) bu hususta şöyle buyurmuştur:

“Öyle ise, rabbine yemin olsun ki, muhakkak surette onları (insanları) şeytanlarla birlikte mahşerde toplayacağız; sonra onları diz üstü çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde hazır bulunduracağız.” [11]

Bu zikrettiğimiz tehlikelerden ötürü, şimdiden o gün senin ve kalbinin hali ne olacak diye otur bir düşün!
[kaynak belirtilmeli]

Kaynaklar ve Dipnotlar

[1] Buhârî, Bed'ü'l-Halk, 1, Tefsîr, 2; Nesâî, Cenâiz, 117; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/318; İbn Hıbbân, es-Sahîh, nr. 848; Beğavî, Şerhu's-Sünne, nr. 41.
[2] Yâsîn 36/77–78.
[3] Kıyâmet 75/36–39.
[4] Zümer 39/68.
[5] Müddessir 74/8–10.
[6] Yâsîn 36/48–52.
[7] Tirmizî, Sıfatü'l-Kıyâme, 8; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/326; Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, nr. 12670; Hâkim, el-Müstedrek, 4/559; İbn Hıbbân, es-Sahîh, nr. 723.
[8] Zümer 39/68.
[9] Ebû Nuaym, Hılyetü'l-Evliyâ, 4/104; İbn Kesîr, el-Bidâyetü ve'n-Nihâye, 1/290; Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, 7/221; Hatîb, Târihu Bağdat, 4/121.
[10] Tekvîr 81/5.
[11] Meryem 19/68.

883">