paylaş
FaceBook

 Hasan-ı Şazeli şöyle demiştir: “Bir gün, yırtıcı hayvanların bulunduğu tenha bir yerde, herhangi bir köye ulaşamadığım için yatmak zorunda kaldım.

Sanki onlardan biriymişim gibi, etrafıma karınca sürüsü gibi yırtıcı hayvanlar toplandı. Ancak, o gece sabaha kadar içinde bulunduğum huzuru, bir daha görmedim. Fakat nefis, her durumdan kendisine bir pay çıkarmak istiyor. Kendi kendime dedim ki: “Ben yırtıcı hayvanların içinde dahi çok huzurluyum. Demek ki, ben büyük bir makam sahibiyim.”
Sabah olunca, bir vadiye indim. Orada çok güzel kuşlara rastladım. Onlar da herhalde melek idiler. Hepsi birden havalanınca, korkudan olduğum yerde sıçradım. İşte o zaman, bana şöyle nida geldi: “Sen, gece yırtıcı hayvanların içindeyken korkmadın da bu kuşların uçmasından mı korktun? Dün gece benimle beraberdin. Oysa şimdi, kendi nefsinle başbaşasın.”

Bir hisse

İşte, görüldüğü gibi Allah-u Zülcelâl, insanın her haline, her anına muttalidir, vakıftır. Kalpler üzerinde çok ince ve titizdir. Bu yüzden, kendimize çok dikkat etmemiz lazımdır. Kendimizi asla herhangi bir makam, bir hal sahibi olarak görmemeliyiz.
Elimizden geldiği kadar, Allah-u Zülcelal'in bizimle birlikte olduğunu ve zahiri âzâlarımızdan ziyade, kalbimize baktığını bilmemiz ve kalbimizi O'nun rahmetine hazırlamaya gayret etmemiz, bize büyük menfaatler sağlayacaktır. Hasan-ı Şazeli'nin bu hali, bizim için çok büyük ibretler içermektedir. (Seyda Muhammed Konyevî; “İbretli Kıssalar”)

İyilikler Allah’tan; Kötülükler kendimizden

İnsanoğlunun nefsi çok acayip bir mahlûktur; Müslüman bir kimse, bir müddet ibadet ve taatten uzak kalsa hemen zillete düşer; biraz ilerleme kaydetse bu kez de ucub ve kibre girer. Hatta bu durum biraz uzun sürse kendisini salih bir kul veya evliya olarak görmeye başlar.
Gerçekten, manevi hal sahibi bir sofi veya Hakk’ın teveccühünü kazanmış bir salih kul dahi olsa zaman zaman gelgitlerden kendisini kurtaramaz insanoğlu.

Maneviyat yolunda ilerleyenlerin durumları farklı farklıdır. Kimi ayağını nereye bastığını görürken, çoğu gözü kapalı yol alır. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin tabiriyle “kapalı gidenler” de “açık gidenler” de zaman zaman bahsettiğimiz enaniyet dalgalanmalarını yaşarlar.
Hele hem gözü açık giden hem de makamlar ve hallerin ilmiyle donatılanlar, daha da büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Zira onlar, birçok hal’de ve makamda, nerde ve ne durumunda olduklarını da bilirler çoğu defa.

İşte bu bilmek, onlar için ayrı bir yüktür. Öyle ya, hem bir hal/makamda olacaksın hem de sana hiç ucub (kendini beğenmek) duygusu gelmeyecek! Bu mümkün mü?.. İmkânsıza yakın… (Ancak, Müşid-i Kamil’in himmeti, duası sayesinde, Allahu Teâlâ’nın kollayıp gözettikleri müstesna.)

Biz, daha çok, geneli ilgilendiren yönüyle devam edelim konumuza. Her salik, ister kapalı gitsin, ister açık, az çok hal ve durumundan haberdardır. Ya sık sık rüyalar (yakaza) görür veya halden hale girmesiyle anlar bunu…

Şimdi burada işler biraz çetrefil hale gelir; bir yandan kendisine öğretildiği üzere ‘yokluk’a taliptir, diğer yandan da üzerindeki hal dolayısıyla ‘var’ olduğunu görür. Veya nefsinde bir varlık görür.

İşte bu noktada, eğer insan, kendini bir makam ve hal sahibi olarak görürse nefis, bu durumdan kendine bir pay çıkarır ve bu makamı kendisine izafe eder. Sanki bütün bu güzel haller, kendi emeğinin karşılığıymış da bunları hak etmiş gibi hissetmeye başlar. Böyle olunca da gâh korkup kendini zillet çukuruna atar; gâh aldanır enaniyet burçlarına çıkar…

“Hak yolun yolcusu, nefs-i levvâme makamında iken, şeytan onu yolundan çevirmek için gelir, ona yaptığı sâlih amellerini, iyi işlerini süslü gösterir; kalbine ucub getirir. İşte sâlik amel yolundan, ucub ile dolup nefsini beğendikten sonra, şeytan ona suret-i Hakk’tan gelerek ‘İlimden maksat amel etmektir. Sen salih amelleri yapabiliyorsun. O halde ilim öğrenmene, âlimlerle sohbet etmene, vaaz dinlemene hiç ihtiyacın kalmamıştır.

O sana vaazü nasihat eden âlim, keşke kendi nefsine söz geçirip, öğüt alsa ve senin amelinin onda biri kadar amel yapsaydı, hakiki kurtuluşa ererdi’ der. Böylece ucub kendine yerleşince, kendini büyük, başkalarını küçük görüp insanlara sui zan eder. Sonunda kötü huylu olur ki kimseden bir nasihat kabul etmez. Aklına göre ibadet edip, cahillik karanlıklarında helâk olur.”

Birçok salik, yeterli ilme ve tecrübeye sahip olmadığı için ve dahi yol yordam göstereni olmadığı için burada yıllarca bocalar durur… (Oysa bunun gibi sıkıntılara düşüldüğünde, Mürşid-i Kamil’e danışılmalı, halini asla saklamamalı, mürşidin keşfine havale etmekle yetinmemelidir.)
Bu noktada; Seyyid Abdulkadir-i Geylani, Şah-ı Nakşibend, Hazreti Mevlana ve İmam-ı Rabbani gibi mücahade ve çile erbabının nasihatlerine ihtiyaç var. Ancak onların tecrübe ve feraset dolu rehberliği, saliki bu labirentten kurtarabilir. Biz de âcizane, onlara layık olmayan bir talebe olarak, idrak edebildiğimiz kadarıyla, çeşitli tecrübeleri aktarmaya çalışalım…

Sahiplik iddianı terk et!

İnsan iyi ameller yapmaya muvaffak olduğunda, nefsine şu ayeti kerimeyi hatırlatmalıdır. “Sana gelen iyilik, Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir…” (Nisa, 79)

Bu ayetten açıkça anlaşılacağı üzere, insan herhangi bir hayır veya ameli üzerinde, hak sahipliği iddia edemez. Zira iyiliklerin ve her hayrın sahibi; bütün yaratılmışların Rabbi olan, Allahu Teâlâ Hazretleridir.

İnsanoğlu cüzi iradesiyle, yani sadece bir tercih etme yeteneği ile neyi iddia edebilir? Neyi bizzat o kazanmış olabilir ki?..
İmanı, aklı, bedeni, kabiliyeti, zamanı, her şeyi veren O (Zülcelali vel İkram)…

Bütün bunları bir kenara bırakalım; o Kerem sahibi, affında bu kadar cömert olmasa insanoğlu bir iyiliğin üzerine bir iyilik daha koyup o yüksek makamlara ulaşabilir mi? Yoksa Allah ona, ameline göre, birebir muamele etse her hatasında onun derecesini düşürse insan yukarı mı gider yoksa aşağıya mı?..

Bu hesabı herkes kendi nefsinde yaparsa durumun hiç de düşündüğümüz gibi olmadığını görebilir. Dolayısıyla insanoğlu neyi iddia edecek? Hangi güzel ahlakın kendisinden kaynaklandığını söyleyebilecek?..
Evet, hangi hal ve makam olursa olsun, ancak Allah Teâlâ’nın ihsanıdır, kulların herhangi bir ameli, ne salih bir kul ne de evliya olmalarını gerektirmez.

Nefsin varlığı kendinden menkul

Allahu Teâlâ’nın en ilginç sanat eserlerinden biri olan nefis, nasıl bir varlık iddiasına sahiptir? Niçin benlik iddia eder? Evvela şunu iyi bilmek gerekir ki nefis hem iyiliğe hem de kötülüğe yetenekli olarak yaratılmıştır. Fakat dünyaya ilk geliş hali (erişkinlerde) kötülüğü istemek üzerinedir.

‘Adem’ denilen bir maddeden yaratılmıştır. ‘Adem’ eski kitaplarımızda ‘yokluk/hiçlik’ manasında kullanılmıştır. Fakat İmam-ı Rabbani Hazretlerinin ve Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinden anladığımız kadarıyla ‘adem’ mutlak yokluk değil, bir tür ‘yarı-yokluk’tur.

Bu ‘yarı-yokluk’ özelliğindeki nefis; kendi başına bir varlığa sahip olmadığı halde, varlık hissiyle (vehmiyle) dopdoludur. Bu yüzden de içine hapsedildiği/yerleştirildiği bedeni ve insanın diğer özelliklerini (duygular, zihin, zekâ vs.) hep kendisine izafe eder.
İşi gücü kuruntu yapmaktır. Yaradılışındaki hayal, vehim, öfke ve şehvet gibi özellikler (kuvve) sayesinde, sürekli bir şeyler üretir. (İmamı Gazali; İhya-u Ulumu’d Din)

İnsanın bütün iyi ve güzel yönlerini kendisine dayandırır; ‘ben çok zekiyim’, ‘ben güçlüyüm’ gibi… (Hiç düşünmez ki beni bu şekilde bir yaratan var.)

Bu basit konularla da yetinmez ‘bu resmi ben yaptım’, bu ‘fakiri ben doyurdum’ gibi kendi dışındaki unsurları da içine alacak kadar da genişletir. Daha da ileri gittiğinde, Firavun gibi “Ben sizin (doyuran/kollayan) en yüce rabbinizim!” (Naziat, 24) demek cüretkârlığında bile bulunabilir.

İşte, nefis böyle bir mahlûktur. Onun enaniyeti, egoistliği/benmerkezciliği fıtratındandır. Bu yüzden, kâmil manada Allahu Teâlâ’nın inayet edip rahmetiyle tecelli etmediği hiç kimse “Ben falan işi nefsimden yapmıyorum” veya “nefsimin şu işte bir payı yoktur” dememelidir. İnsan her şeyi nefsiyle beraber yaptığına göre, demek ki nefsi yaptığı her işten pay sahibidir.

Bu yüzden hakiki ihlâsa, ancak Allahu Teâlâ’nın özel kulları layık olabilmektedir. Onlar da büyük bir tehlike içerisindedirler. Zira üzerlerindeki ilahi yardım bir an kesilse nefislerine güç yetirmeleri çok zorlaşır. Bu yüzden hadisi şerifte “Ya Hayyu, Ya Kayyum! Senin rahmetine sığınıyorum, her halimi ıslah eyle ve beni bir an dahi nefsimle baş başa bırakma” diye dua etmemiz tavsiye edilmiştir.

‘Benden adam olmaz’ deme!

İnsanın vazifesi, başlangıçta kötü ahlaklarla dolu veya meyilli olan nefsi, güzel sıfatlara kavuşturmaktır. Tasavvuftaki ‘seyr-u süluk’tan gaye de budur.

Nefsin süluku/terakkisi ise inişli çıkışlıdır. Bazen ilerler bazen geriler. Büyüklük ve varlık iddiası, genellikle ilerleme dönemlerine mahsustur. Gerileme periyodunda ise daha başka durumlar ortaya çıkar.

Her ilerleme döneminin ardından bir ‘yenilgi’ gelir. Nefsine mağlup olan zavallı insancık (sofi), sonu gelmez yenilgilerden bıkıp usanır. Bu defa nefsi ona başka bir oyun oynamak ister.

Dediğimiz gibi nefsin oyunları, akla hayale sığmaz! Kendini o manevi hallere layık göremediğinde, bu defa da ‘Benden adam olmaz!’ diye tutturur. Kulluğun getirdiği sorumluluktan kaçmak için bin türlü bahane arar.

Onun bu oyununa aldanan salik, kendisini Allah’a layık bir kul gibi görmeyince bu sefer, nefsinin gevşekliğe düşmesine izin verir. “Ben zaten zayıf bir kulum, ibadet taate gücüm yok. Zaten Allah’a da layık değilim” diyerek, nefsini tasdik eder. Bu yüzden de amellerinden geri kalır ve neticede maneviyatı zayıflar.

Zira nefis, ancak manevi de olsa bir menfaat için çalışır, bir karşılığı olmasa, çalıştığının karşılığını görmese tembelliğe düşer. Peki, bu meselenin çıkış yolu nedir?

Bu çıkmazın çıkış noktası şöyle olsa gerek. Eğer insan kendisini bir makam veya hal sahibi olarak görmeyip yalnızca Allahu Teâlâ’ya layık bir kul olmaya çalışsa, amel ve taatini devam ettirse nefsindeki o boşluk, zayıflık ve şevksizlik de ortadan kaybolacaktır. Allahu Teâlâ ona yolunu kolaylaştıracak, yardım edecek, manevi kuvvet verecektir.

Ayrıca; “Nefsin aslını, kaynağını ve fıtrî karakterini bilen kişi, ona karşı galebe etmenin yaratana sığınmak ve O’ndan yardım istemekle gerçekleşeceğini de bilir. Bir kul, yaratılışında mevcut olan hayvanî iştiyakları ilim ve adl (adalet) ile eğitip yönlendirmedikçe insanlık derecesine eremez. Şu halde sâlik ifrat ve tefrite düşmeden itidali korumalıdır. Böylece kendindeki manevî hisler güçlenir, bünyesinde mevcut olan şeytanî vasıfları ve kötü ahlâkı anlar ve insanlığın mânâsını kavrar. Bu konuda nefsinin lehine olan şeylere razı olmayacak derecede kemâle erer.” (Hikmet Efendi; Marifet-i İlahiyye)

Evet, insan gerçekten de bir hal veya makam sahibi olsa ve bunun farkında olsa yine de kendisini bir emanetçi gibi görmelidir. Daha da önemlisi, o makam veya halin kendi çalışmasıyla verilmediğinin idrakinde olmalıdır. Madem çalışmakla olmamıştır, o halde ilahi bir ihsandır, hediyedir. Hediyenin kıymetli olması ise hediye edenin ikramının yüceliğini gösterir. Hediyeyi alanın değil.
Hediyeyi alana ise büyük bir şeref payı vardır. Bu şeref payı ise elindeki hediyeyi kendisi kazanmış gibi düşündüğünde, uçar gider…

Kendini emanetçi gör!

Dünyevi olarak düşünelim. Bir insan bir makama getiriliyor, mesela vali oluyor. O insan, valilik makamına otururken, sırf kendisine ‘vali’ dendiği için büyüdüğünü düşünürse ne büyük bir ahmaklıktır. Zira ‘vali’ olarak, büyük işler yaparsa ancak onun valiliği ortaya çıkacak. Bir ünvan, mansab almakla o kişi büyük olmuyor ki!

Fakat şu da var ki insan insandır ve nefis taşıyor. Her işinde onunla beraberdir ve nefis her (yeni) durumundan kendine bir pay çıkarıyor, sahipleniyor. Valilik gibi bir makama gelen adam da ilk önce, bir miktar benlik duygusuna kapılabilir, (yanlıştır fakat) bu bir bakıma normaldir. Eğer o makama ehil bir kimseyse kısa sürede bu gibi boş düşünceleri bir kenara bırakıp işine ciddiyetle sarılır. Bunun ardından, yaptığı işle o kadar bütünleşir ki gün gelir valilik yaptığının dahi farkına varmaz. Ona göre yapılması gerek işler vardır ve o da onların ardından koşturmaktadır.

İşte o vali, artık “ben valiyim, şöyle olmalıyım, böyle yapmalıyım” gibi kuruntulardan da kurtulur. Yapması gerekenleri bir görev gibi gördüğünden, görevin hakkını verememekten, bulunduğu makama layık olamamaktan korkar. Bunun için de kendi iç dünyasında, gayet mütevazı bir şekilde devletin kendisine emanet ettiği o makama uygun olarak hareket etmeye çalışır. Tabii bu arada, ortada mevhum (vehmedilen) benlik nedir kalmaz.

Bazı zamanlar yaptığı işin şâşâsından dolayı kendisine benlik duygusu gelmeye yüz tutar. (Tabi, şeytan ve şeytani insanlar da boş durmaz. ‘Sen şöylesin, sen böylesin’ gibi sözlerle, onu enaniyete sürüklemek isterler.) Fakat o, hakikaten akıllı ve ahlaklı bir kimseyse o parlak işlerin, ancak ardındaki devletin gücüyle olduğunun idrakindedir. O devlet olmazsa valinin sözünü kim dinler ki?..

Yine aynı şekilde, bir kimse, zengin ve kudretli bir adamın ‘vekil’i (kahya; yönetici sekreter vs.) olsa onun adına işlerini düzenlese; o vekaletten dolayı, kendini o zengin adam yerine koysa ne kadar büyük bir suç işlemiş, ne acayip bir ahmaklık etmiş olur! Oysa o zenginlik ve nüfuz onun değildir. O, ancak kendine nazaran bir hiçlik duygusuyla, o zengin adam adına işlere bakmalı ve görevini yerine getirebilmek için tir tir titremelidir. Zira o zengin, ona bu sıfatı, işlerini yürütsün diye vermiştir. İnsanlara büyüklük taslasın veya kendisi o makamın sahibi gibi görüp ucuba düşsün diye değil.

Hedef makam değil, kulluktur

Görüldüğü gibi dünyevi makamlarda olsun uhrevi makamlarda olsun, eğer kişi sırf o makamda olduğu için kendisini büyük ve faziletli görürse büyük bir aldanış içine düşmüş olur ve cezalandırılmayı hak eder. Belki de o makam elinden alınır. Yok, eğer kişi o makamı; bir iş ve vazife fırsatı olarak görür ve ona layık olmaya çalışırsa takdir edilir ve belki daha büyük makamlara terfi ettirilir.

O halde, eskilerin dediği gibi “kul, kullukta gerektir”. İnsan kendisini herhangi bir şey olarak dahi görmemelidir. Allahu Teâlâ’ya ibadet ve taati elden bırakmamalıdır. Böyle yaptığında, nefsindeki o varlık iddiası dahi yerini tevazu ve hiçliğe bırakacaktır. Allahu Teâlâ’nın inayeti ve büyüklerin himmetiyle, bu zor, içinden çıkılmaz gibi görünen halden kurtulacaktır, inşaallah.

Nefsin makam düşkünlüğü, onun kemâlâtının noksanlığından ve bununla birlikte de varlık iddiasından kaynaklanmaktadır. İnsan kendisini hiçbir şey olarak gördüğünde ise ne varlık iddiası kalır ne de makam sevdası…

Kaynaklar; 1- Seyda Muhammed Konyevî; “Cennet Yolunun Rehberi”, “İbretli Kıssalar” Reyhanî Yayınları. 2- Bediüzzaman Said-i Nursi, Risale-i Nur. 3- Erenköylü Muhammed Hikmet Efendi; “Marifet-i İlahiyye Tarikat-ı Aliyye”. 4- İmam-ı Rabbani; Mektubat-ı Rabbani. 5- Seyyid Abdulkadir Geylani; “Futuhul Gayb”.