paylaş
FaceBook

Çocuklar, anne-babaya ihsan edilen ilâhî emanetlerdir. İslam fıtratı üzere anne-babalarına teslim edilen çocukların saf ve berrak kalpleri, temiz bir toprak misali işlenmeye hazır ham bir cevherdir. İstikbalde onların diken veya gül, acı veya tatlı meyve vermesi, üzerlerine atılan tohumların keyfiyetine bağlıdır.

Anne hakkına dikkat et! Onu başında taç et! Zira anneler doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar da dünyaya gelmeye yol bulamazlardı.Hazret-i Mevlânâ

Dünyada en zor meslek, insanın eğitim ve terbiyesidir. Çünkü insandaki nefis, onun olgunlaşmasının önündeki en büyük engeli teşkil eder. Bu sebepledir ki, Cenab-ı Hak, en büyük insan terbiyecileri olarak peygamberleri göndermiştir. Tasavvufun ana hedefi de, nefsi ıslah ederek kalbi onun tasallutundan muhafaza edebilmektir.

Zira nefsin ıslahı, yani onun sertlik ve kabalıklarının yontulup makbul bir hâle getirilmesi, birçok yorucu merhaleden geçmeyi gerektirir. Hamlıktan kurtulmak, çile işidir. Nefis kuyusundan can Yusuf’unu kurtarmak, manevi eğitimin sıkıntı ve ıstıraplarına karşı sabır ve sebatla mümkündür.

Hazret-i Mevlânâ bir teşbihte bulunarak, bunu adeta bir nohudun ateş üzerinde pişirilmesine benzetir. Dolayısıyla bu hususta en mahir ve verimli terbiye, annelere düşmektedir. Onlar evlâtlarını ciddiyetle ve iradeli bir şekilde, tıpkı ham ve sert bir nohudu pişirdikleri gibi pişirip eğitirlerse, mükemmel bir olgunluk meydana gelir. Bu gayret, âdeta ham demirin kor ateşte yumuşatılarak şekillendirilmesi gibidir.

Hazret-i Mevlânâ, insanın terbiye neticesinde olgunlaşmasının bir misalini mecazi bir üslûpla şöyle anlatır:

Tenceredeki ham nohuda bak! Ateşte kaynayan sudan canı yanınca nasıl da yukarı doğru sıçramaya başlar, yüzlerce taşkınlık göstermeye koyulur.

(Kendisini pişirip yemek hazırlayacak olan hanıma hâl lisanıyla der ki:)

– Niçin beni ateşlere salıyorsun? Madem beni satın aldın, ne diye bu hâllere uğratıyor, benim canımı yakıyor, beni horluyorsun?

Evin hanımı da, nohuda kepçe ile vurarak der ki:

– Hayır, iyice kayna, adam akıllı piş de, ateşten sıçrayıp kaçmaya kalkışma! Ben seni hor gördüğümden, istemediğimden, sevmediğimden ötürü kaynatmıyorum. Bir tat, bir lezzet elde edesin de gıda hâline gelesin, yenesin, cana karışasın diye kaynatıyorum. Yoksa seni cefalara salmak, seni horlamak için değil.

Burada vurgulanmak istenen husus, yetiştirilecek olanlara yanlış şefkat ve merhamet gösterilmemesidir. Çocuğunu eğitmeye kıyamayan anne-babalar, aslında onların dünyalarına da ahiretlerine kıymış olurlar. Eğer kadın, nohudun sızlanmasına kulak assa, o nohut çok geçmeden insanın dişlerini parçalar. Tıpkı bunun gibi manevi bakımdan ham bırakılan evlâtlar da neticede aileyi de toplumu da felâkete götürürler. Bu sırrı idrak ettirmek için Hazret-i Mevlânâ, kadının pişireceği nohuda karşı yaptığı manidar konuşmasını şöyle devam ettirir:

“– Ey nohut! Sen bostanda su içtin, yeşerdin, tazeleştin. İşte senin o suları içmen, bu ateş (üzerinde kaynayan kızgın tencereye) düşmene sebep oldu. Çünkü o su, bu ateş içindi… Bu sevgi ateşi, sendeki hamlığı (nefsaniyeti) senden gidermek içindir.

Allah’ın rahmeti, kahrını ve öfkesini aşmıştır. Bu yüzden de, birisini imtihan etmek için belâlara uğratması, rahmetindendir. Çünkü O’nun kahrında gizli bir lütuf vardır.

Nefse eziyet edilmeden, ne­fisle savaşa girişmeden (manevi bir olgunluk ve) Allah sevgisi elde edilebilir mi? İlâhî takdir gereği sana belâlar, kahırlar gelince, bu kahırlarda gizli lütuflar olduğunu düşün de üzülme. Bu kahırlar yüzünden, dünya sevgisini, zevk duyduğun her şeyi (yani süflî arzularını) Allah yolunda feda edersin. Başına gelen kahırdan sonra, onun lütfunu görürsün ve içine girdi­ğin merhamet ırmağında, günahlardan, manevi kirlerden temizlenerek ilâhî lütuflara kavuşursun. (Zira Cenab-ı Hak: “Elbette zorlukla birlikte bir kolaylık vardır, gerçekten zorluğun yanında bir kolaylık daha vardır.” buyurmuştur. Sen de zorlukları hoş gör ki arkadan gelen ferahlığı elde edebilesin.)”

Bu ifadeler çerçevesinde Hazret-i Mevlânâ manevi olgunluk yolunda sıkıntı, keder ve zahmetleri âdeta bir nimet olarak görür ve ev sahibi olan hanımı şöyle konuşturur:

“– Ey nohut! Bahar mevsiminde yeryüzüne çıktın, yetiştin. Şimdi de zahmet, sana misafir oldu. Misafire ikram et. Sen zahmet misafirini hoş tut da, sana teşekkürler ederek dönsün. Böylece hakikat padişahının huzurunda, senin ikramlarını, ihsanlarını söylesin.

Sonunda nimet yerine, sana o nimetleri veren gelsin (yani müsebbibü’l-esbâba ulaş) ki; dünyadaki bütün nimetler sana gıpta etsin.

Sevgiliden gelen cefaya karşı sakın suratını asma, onu neşe ile karşıla, ona “hoş geldin” de. Gamdan, ıstıraptan daha tatlı, daha mübarek bir şey olamaz. Onun karşılığı sonsuzdur.

Bu noktada Hazret-i Mevlânâ nohuttan, yani terbiye edilip olgunlaşmayı dileyen kimseden, Hazret-i İsmail teslimiyeti ister. Çünkü pişiren, Hazret-i İbrahim gibi mahir olsa da, pişecek olan, Hazret-i İsmail gibi teslim olmazsa, netice alınamaz. Bu itibarla kadın, nohuda şöyle seslenir:

– Ey nohut! Ben Halil İbrahim, sen de bıçak karşısında benim oğlumsun. Sıcağın önüne başını koy, çünkü rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm. Heyecanlanma, gönlüne korkuyu sokma, kahır bıçağı önüne başını koy da, Hakk’a teslim olmuş İsmail gibi senin boğazını keseyim. (Lâkin o bıçak, İsmailleri tanır, onları vuslata erdirir.)

Başını keserim, lâkin bu baş, o baş değildir. Bu baş, kesilmekten, ölmek­ten uzak olan bir baştır. (Zira bu baş, nefsin ve hevanın kesilen başıdır.)

Yani Allah’ın ezelî dileği, senin başının kesilmesi değildir. Senin (nefsani arzularını bertaraf etmen ve cemalî tecellilere mazhar olarak) O’na teslim olmandır. Bu sebeple O’na candan teslim olmanın gayretine gir.

Hâsılı ey nohut, belâlara uğra, kayna (ve olgunlaş) da, benliğinden sıyrıl, fâni varlıklardan kurtul (ki saadeti bulasın)!

Ekili bulunduğun bostanda, bir müddet ter ü taze durdun, yeşiller gi­yinmiş olarak neşeli neşeli sallanarak güldün. Fakat sen (çektiğin bu çilelerden sonra) şimdi gönül bahçesinin, can bahçesinin nadide gülü oldun.

Bu sözlerin ardından maharetli ve tecrübeli hatun, nohuda, onun kıymet ve değerini hatırlatır. Bu kıymet ve değerinin nasıl artacağını da açıklayarak şöyle der:

− Ey nohut! Sen su ve çamur bostanından ayrıldın, lokma oldun, dirilere karıştın. Gıda oldun, insanların bedenlerine girdin. Böylece kuvvet oldun, düşünce oldun. Yani bitki olarak meydana gelmiştin; şimdi de hayvanî ruh kazanıp güçlen, ormanlarda arslan ol, sonra da bu gücünle insanî ruha hizmet et.

Vallahi sen önce Hakk’ın sıfatlarından ayrıldın da geldin. Tekrar çevik­çe acele et, yine O’nun (cemalî) sıfatlarına dön.

Ey nohut! Sen buluttan, yağmurdan, güneşten, gökyüzünden gelen nimetlerle hayat buldun. Şimdi ise, nefsinle yaptığın savaşlarla ilâhî sıfatlardan feyz aldın, göklere yükseldin.

Sen güneşin, bulutun ve yağmurların bir terkibinden hayat buldun. Sonra piştin, lezzet kazandın ve olgunlaştın. Şimdi ise (salih) bir insanın lokması olmakla, ona can oldun, güç oldun, iş oldun, söz ve düşünce oldun (da semalara çıkıp yüceldin).

Taş gibi nohudu pişirmekte son derece usta ve mahir olan bu mübarek hanım, bir bakıma onunla Hak yolcusunu temsil eder. Bu olgunluk yolunda istekli olmanın ve zorlukla değil, muhabbetle hareket etmenin zaruretine bilhassa dikkat çeker. Hazret-i Mevlânâ, mecazdan mecaza geçerek nasihatlerini şöyle sürdürür:

Durum böyle olunca; ey Hak yolcusu, öbür âleme hoş bir hâlde, (bir şeb-i arûs hâlinde, düğün gecesine gider gibi, yâni kalb-i selim ile) git, haydutların darağacına gittikleri gibi binbir acı ve pişmanlıklarla, itilerek gitme.

Unutma ki, (eğitilmediği için) avcı olamamış köpeğin tasması yoktur. Çilelerle yoğrulmadığı için olgunlaşmamış, ham bir kişinin arkadaşlığı da ziyanlıktır.

Bu derin, manalı ve ikna edici hikmetler, ibretler ve marifetler neticesinde nohut boyun büker. Hamlıktan kurtulup olgunluk yoluna samimiyetle baş koyar. Tıpkı Hazret-i İsmail -aleyhisselâm- gibi teslim olur. Bütün mesele de zaten budur.

Neticede nohut, kendisini pişiren o maharetli hanıma can u gönülden ve minnetle şöyle der:

“– Ey faziletli hanım! Mademki iş böyledir. Hoşça kaynayayım, bu hususta sen de bana yardım et. Sen bu kaynayışta benim miracım gibisin. Kepçeni kafama vur ki, ıslah olayım!

Ne de güzel vuruyorsun. Yâni ey mürşidim, ben değersiz müridini, ne iyi terbiye ediyorsun. Ben tam manasıyla sana teslim oldum.

Böylece kendimi, kaynamaya bırakayım ve mücahede kucağından hakikate bir yol bulayım. Aksi hâlde insan, varlıklar denizinde azgınlaşır, rüya görmüş fil gibi azar, kudurur.”

Bunun üzerine o mübarek hanım nohuda, kendisinin de yaşadığı şu gerçeği dile getirir:

“– Ben de bundan önce, senin gibi yeryüzünün cüz’lerinden, yâni parça buçuklarından idim. Ateş gibi yakıcı olan nefisle savaşa giriştim. Nefsani duyguları yenmenin zevkini tadınca, makbul bir insan oldum, (huzur bulup huzur tevzi ettim).

Bir müddet yeryüzünde coştum, kaynadım; bir zaman da, beden tenceresine girdim, orada piştim, köpürdüm, taştım, insan oldum.

Sen cansızlar âleminde iken, sana hâl lisanı ile derdim ki: «O mertebeden koş, yüksel ki, insanlık mertebesine gelesin, manaya mensup sıfatlar elde edesin.» Sen cansızlıktan kurtulup canlı olunca, bir kere de “kayna” dedim, hayvanlıktan da geç, (insanlığa) yüksel.

Bu nükteleri, bu gizli işaretleri yanlış anlayarak ayağının kaymamasını, sapıklığa düşmemeni Allah’tan iste!..”

Bu mecazları hakikatlerin aynası yapan Hazret-i Mevlânâ, nesli ihya ve irşat edecek olan anneleri, bir bakıma mürşid-i kâmillere benzetmektedir. Yani bir hanım, mürşid-i kâmil hassasiyeti, liyakati ve inceliğinde bir eğitim ve irşat ile nesli yetiştirmek mecburiyetindedir.

Bunun için, iki büyük vazifesi vardır:

Biri, yetişecek olanları, verilecek terbiyeye ikna ile razı etmek;

İkincisi de, bu terbiyeyi mahir bir surette gerçekleştirmek.

Esasen mürşid-i kâmillerin de yaptıkları bundan ibarettir. Bu da onların kendilerini her bakımdan güzel ve tam yetiştirmelerine bağlıdır. Yoksa yarım doktorun candan etmesi gibi yarım terbiyeciler de nesli perişan ederler…

Çocuklar, anne-babaya ihsan edilen ilâhî emanetlerdir. İslam fıtratı üzere anne-babalarına teslim edilen çocukların saf ve berrak kalpleri, temiz bir toprak misali işlenmeye hazır ham bir cevherdir. İstikbalde onların diken veya gül, acı veya tatlı meyve vermesi, üzerlerine atılan tohumların keyfiyetine bağlıdır.

Güçlü toplumlar, güçlü ailelerden meydana gelir. Güçlü aileler ise daha ziyade manevi eğitim görmüş; yâni nefis engelini aşmış, faziletli annelerin eseridir. Bunun en güzel numuneleri, hanım sahabilerdir. Onlar çocuklarına canlarıyla, mallarıyla fedakârlık yapmayı öğretmişlerdir. Yavrularının gönüllerini, Rasûlullah Efendimiz’in muhabbetiyle yoğurmuşlardır.

Cenab-ı Hak, onlar gibi cennet gülleri olacak güzellikte evlâtlar yetiştirmeyi cümlemize ihsan eylesin!

Âmin!

http://islamisigi.de/images/onmenuresimleri/Allaha-yakinlasma-geri-don-logo.png

 

 

883">